• Festival - Medea

Festival - Medea

Medea

Italy, France, West Germany/ 1970/ 118’/ DCP/ Coloured/ Italian/ English Turkish subtitles

İtalya, Fransa Barı Almanya/ 1970/ 118’/ DCP/ Renkli/ İtalycana/ İngilizce, Türkçe Altyazı

Pasolininin 1969 yılı yaımı, Yunan mitolojisi Medea’ya dayalı filmi Maria Callas tarafından oynanan büyücü Medea’yı anlatır. Jason’ın Altın YAprağı çalığ tahtını geri almasına yardım eden Medea, Jason tarafından ihanete uğrar ve sürülür. Bunun üstüne Medea intikamının planını yapar.

Based on the Greek myth of Medea, Pasolini’s 1969 film follows the powerful sorceres Medea played by Maria Callas who helps Jason to steal the Golden Fleece and reclaim his throne. But once he betrays her and banishes her she plots a gruesome revenge.

Yönetmen/ Director: Pier Paolo Pasolini

Senaryo/ Screenplay: Pier Paolo Pasolini, Euripides (play/oyun ‘Medea’ -431)

Görüntü Yönetmeni/ Director of Photography: Ennio Guarnieri

Kurgu/ Editing: Nino Baragli

Oyuncular/ Cast: Maria Callas, Massimo Girotti, Laurent Terzieff

Yapımcı/ Producer: Marina Cicogna, Franco Rossellini

 Yapım Şirketi/ Production Company: San Marco, Les Films Number One, Janus Film und Fernsehen

Dağıtımcı/ Distributor: Unzero Films

Seçilmiş Filmografi / Selected Filmograpy:

1961 Kadın Kadındır / Une Femme est Une Femme/ A Woman is a Woman

1960 Nefes Nefese / À bout de souffle/ Breathless

1962 Hayatını Yaşamak / Vivre sa vi / To Live Her Life

1963 Nefret / Contempt / Le Mepris

1965 Alphaville

1966 Erkek Dişi / Masculine Feminine / Masculin Feminin

Pier Paolo Pasolini(1922-1975)

Alberto Moravia’nın ‘20. yüzyılın ikinci yarısındaki en büyük İtalyan şairi’ dediği Pasolini Bologna’da doğdu. Babası Ravenna’lı köklü bir aileden geliyordu, annesi bir ilkokul öğretmeniydi. Savaş yıllarında Bologna Üniversitesinde okuyordu. Burada birkaç arkadaşıyla sol çevrelerin bir gazetesinde toplanıyorlardı. Bu dönem için ‘her şey ölüm, son ve silah kokuyordu’ diyor. 1945 yılında lise öğretmeni olarak Friuli’ye yerleşti. Burada Gramsci’yi bulup okudu.

‘Gramsci aracılığıyla… Kırsal kesimin, köylüler dünyasının devrimci bir perspektif içindeki önemini, aydının Komünist Partisiyle yığınlar arasındaki konumunu’ kavradı. Ama birkaç çocuğa sarkıntılık etmekle suçlandığı için hem Komünist Partisinden atıldı, hem de çevresi tarafından çok rahatsız edildi. Pasolini de annesiyle birlikte Roma’ya gitti.

Başlangıçta epey sıkıntı çekti. Sonra hem bir öğretmenlik buldu, hem de Cinecitta’nın edebiyat bölümünde çalışmaya başladı. Fellini’nin ‘Cabiria Geceleri’ (1957) filminde senaristlerden biriydi. 1955’de ilk romanı ‘Ragazzi di Vita’ basıldı. Roma’nın kenar mahallelerinde, köylerden şehre göçmüş, sanayileşme öncesi bir uygarlığa sahip, hala arkaik, birçok bakımdan hala feodal insanlarla birlikteydi. Bu ‘subproletariat’ faşizm altında olduğu gibi Roma toplumuna fazla karışamadan, kültürel olarak da ayrı yaşıyordu. Pasolini hep bu insanların yanında, yeni faşizm dediği  burjuva tüketim toplumunun da karşısındaydı. İlk filmleri de bu çevrede geçiyordu: ‘Accattone’ (Dilenci, 1961), ‘Mamma Roma’ (1962).

Pasolini kendisine ‘katolik Marxist’ demişti. Metni değiştirmeden Matta’ya göre İncil filmini inananların açısından yapmak istemişti ama filmi tamamladıktan sonra kendi inançlarını anlattığının farkına varmıştı. Sanayileşme öncesi bu ilkel topluluklarda hala kutsal olanın var olduğuna inanıyordu. ‘Kapitalist burjuva toplumunun ezmek için elinden geleni yaptığı ama her zaman bir yolunu bulup ortaya çıkabilen bir şeydi bu.’

Daha sonra yaptığı ‘Decamerone’ (1971), ‘Canterbury Öyküleri’ (1972), ‘Binbir Gece Masalları’ (1974) filmlerinde, kendi deyişiyle ‘günah kavramının var olmasından önceki… sakıncasız, çekincesiz ve utanmasız bir cinsellik’ vardı. Ama sonra bu görüşünü bıraktı. Cinsellik artık bir zevk olmaktan çıkmış,  çirkin bir toplumsal zorunluk halini almıştı. Marx’ın insanın maddeleştirilmesi, bedenin bir nesneye dönüştürülmesiydi bu. İktidar böylece insanın kişiliğini yok ediyordu.

Son filmi ‘Salo ya da Sodom’un 120 günü’ (1975)’nde (Marquis de Sade)  böyle bir cinsellik vardı. Roland Barthes’a göre, ‘kabul edilebilir, giderek hazmedilebilir ve tüketilebilir olmayan’ bir filmdi bu. Zaten Pasolini de şiir gibi tüketime elverişli olmayan, aristokratik bir sinema yapmak istiyordu. Filmlerinin çok tutulduğunu söyleyenlere, filmlerinin hazmedilemeyeceğini, tüketicilerin onları ağızlarına koyup hemen tüküreceklerini ya da geceyi karın ağrısıyla geçireceklerini söylüyordu.1975 yılında hiçbir gazetecinin yapmaya cesaret edemeyeceği bir şey yaptı. Hristiyan Demokratların yargılanmasını istedi, CIA’nin İtalyan politikasına burnunu fazla soktuğunu söyledi, adlarını vererek iktidardaki karanlık ilişkileri yazdı. 17 yaşındaki Pino Pelosi ile gittiği ıssız bir yerde dövülerek öldürüldü, otomobille başının üstünden geçildi. Pasolini’nin arabasını kullanan Pelosi yakalanıp mahkum edildi. Bunun bir eşcinsel cinayeti olduğu söylendi. Ama daha sonra Pelosi’nin yalnız olmadığı ortaya çıktı. Çok daha sonra Pelosi yalnız olmadığını, Pasolinı’yi kendisinin değil, başkalarının öldürdüğünü, ailesiyle kendisinin tehdit edildiği için suçu üstlendiğini söyledi. Ama yargıçlar yeni kanıtların bir dava açmaya yeterli olmadığını söylediler. Böylece büyük bir şair ve yönetmen ölmekle kalmıyor, o dönem İtalyasının en berrak, en cesur seslerinden biri de sessizliğe mahkum oluyordu.

Pasolini, who Alberto Moravia called “the greatest Italian poet of the second half of the 20th century” was born in Bologna. His father was an established family in Ravenna, his mother was an elementary school teacher. He studied in the University of Bologna during times of war. Here, he and his friends would congregate in leftist newspapers. He describes this period as “everything smelled of death, the end and guns.” In 1945 he moved to Friuli as a high school teacher. Here he found and read Gramsci. He realized “through Gramsci… the importance of the rural populations, the villagers’ world within a revolutionary perspective, the intellectuals’ position between the Communist Party and the masses.” However, was later thrown out of the Communist Party due to accusations of inappropriate behavior towards a number of children and was harassed by the people around. Thus, Pasolini went to Rome with his mother.

He struggled in the beginning. However later found a teaching position in none other than Cinecitta’s literature department. Was one of the screenwriters for Fellini’s Nights of Cabiria. His first novel Ragazzi di Vita was published in 1955. He was still amongst people from the slums of Rome, who immigrated from villages to cities, living in a pre-industrial civilization, still archaic and people who were still feudal in many respects. This “subproletariat” was not able to assimilate into Roman society, just as under Fascism and lived culturally different as well as separately from them. Pasolini was always standing with these people and was also against what the Fascists called the consumerist bourgeois. His first movies were set in these environments: Accatone (1921), Mamma Roma (1962).

Pasolini called himself a “Catholic Marxist.” He wanted to make a movie, without changing much of the Matthew bible, for the people who believe in it, but after the completion of the film, realized that these were in fact his own beliefs. He believed that which was sacred still existed among these pre-industrial, simple people. “This was something the capitalist bourgeois did all it could to suppress, but that somehow always found its way to the surface.”

In his later films, The Decameron, The Canterbury Tales, Arabian Nights, he in his own words “before the concept of sin… there was an unconcerned, unhesitant and unashamed form of sexuality.” But later recanted this opinion. Sexuality was no longer a source of pleasure, but instead had become an ugly social necessity. This was Marx’s commodification and objectification of the human body. This was how the ruling class eradicated the people’s personality. His last film Salò, or the 120 Days of Sodom (Marquis de Sade) there was this kind of sexuality. According to Roland Barthes this was a movie that was “unacceptable, increasingly less bearable and consumable.” İn fact, Pasolini’s aim was to make Cinema aristocratic and unfit to consume just like poetry. To the people saying that his movies are well liked he replied that his movies were unbearable and that consumers would spit them as soon as they tasted them or else, they would spend the night with stomach pains.

In 1975 he dared do what no other journalist would. He asked for the prosecution of the Christian Democrats, said the CIA was meddling too much in İtalian politics, and wrote about murky relationships within the ruling class including the names of the involved. He went to a remote location with 17-year-old Pino Pelosi where he was beaten to death and his head run over by a car. Pelosi, who was the one driving Pasolini’s car, was apprehended and sentenced. This was said to be a murder of homosexual nature. However, it was later discovered that Pelosi was not alone. After some time, Pelosi stated that he was not the one that killed Pasolini, someone else did but that he only took the blame because him and his family were being threatened. Nevertheless, the judges stated that the new evidence was not enough for a subsequent trial. Thus, not only does a great poet and director dies, but also Italy’s most clear and courageous voice is condemned to silence.

Sessions

BİZE
YAZIN